Kapitalist gelişmeyle birlikte sermaye birikimini kesintisiz sürmesi için metaların ve finansal araçların ülkeler arasında dolaşması bir zorunluluk olarak gündeme gelmiştir. İlk birikimi sağlama ve geliştirmede sadece ülke içi kaynakların gaspı ya da artı değer sömürüsü yeterli olmamıştır. Gerek ele geçirme, gerek sömürge, gerekse meta ve para ticareti yoluyla diğer ülkelere açılım sağlanmıştır. Bu süreçte ülkeler arasında güç ve hegemonya mücadelesi de kendini göstermiştir. Hegemonyayı değişik zamanlarda değişik ülkeler ele geçirmiştir. Ekonomik, askeri, kültürel ve ideolojik anlamda güçlenerek dünya ekonomisi ve siyasetine yön verecek hegemonik ülke olma hedefi büyük savaşların da ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Mahmut Üstün “Küresel Hegemonya Krizi ve 3. Dünya Savaşı” adlı kitabında küresel hegemonya veya emperyalist hegemonya’yı analiz edebilmek için emperyalizm ve hegemonya kavramları üzerinde bir uzlaşı sağlamanın gerekliliğini belirtiyor ve öncelikle bu kavramlara netlik kazandırıyor.
Üstün’e göre Emperyalizmle ilişkili olan sömürgecilik, kolonyal yerleşim, ilhak, şiddet, savaş bir yönteme işaret ederken emperyalizm kapitalizmin sistemik özellikli bir aşamasıdır. Bu kavramlarda ifadesini bulan olgular tekil veya konjonktürel bir anlam taşırken emperyalizm süreğen, bütünsel ve yapısal bir özellik taşır. Çalışmada emperyalizm üzerine kuramsal çalışmaları olan Lenin, Hilferding, Rosa Luxemburg, Bukharin gibi 20. yüzyılın düşün ve eylem insanlarının görüşlerinin yanı sıra David Harvey, E.M. Wood, Immanuel Wallerstein, Giovanni Arrighi gibi günümüzün teorisyenlerinden de yararlanılmıştır.
Devletler arasında hegemonya ise, bir devletin dünya sistemi içinde dolayısıyla diğer devletler üzerinde az çok rızaya dayalı kural koyma ve yaptırımda bulunma inisiyatifine sahip olabilmesi anlamına gelmektedir. Medya vasıtasıyla kendi fikirlerini diğer ülkelere empoze etmesi, politika, ekonomi, hukuk gibi alanlarda kural belirleyici konumda bulunması o ülkenin dünya sisteminde hegemon olduğunun işaretleri olarak görülür.
Üstün’e göre, emperyalizmle ortaya çıkan eşitsiz-hiyerarşik entegrasyon bir ülkenin diğerini işgal etmesi, ya da o toprakları kendine katması, onun kaynaklarına dolaysız el koyması veya meta ticareti ilişkisine girmesi ile sağlanamaz. Dünya ekonomisinin ete kemiğe bürünmesi ancak üretimin ve sermayenin evrensel planda iç içe geçmesi, pazarın giderek tek bir dünya pazarı haline gelmesiyle mümkündür. Ancak bu koşulların oluşmasıyla ortaya çıkan karşılıklı bağımlılık düzeyi gerçek anlamda dünya ekonomisinin oluşumunu sağlayabilir. Ve ancak böyle bir zemin üzerinde, bir ülkesel güç sistemin ortak düzenleyici gücü olabilir, hegemonik bir rol üstlenebilir.
Kapitalist dünya sisteminde hegemonik güç ilişkisini 16. yüzyıl Hollanda’sıyla başlatan Wallerstein ve Cenova’yı ilk hegemonik güç olarak gören Arrighi ve Braduel’in tersine Üstün bu ülkeleri hegemonik güç olarak görmemektedir. Bunun sebebini ise söz konusu yazarların sermaye birikimi ve kapitalizmde ticareti gören yaklaşımları olarak açıklıyor. Ticari kapitalizmden sanayi kapitalizmine geçişteki öncü rolü İngiltere’yi ilk hegemonik ülke konumuna getirmiştir. Ancak Britanya’nın hegemonik konumu 1873-1893 ticaret kriziyle gerilemeye başlamış ve 1929 krizi ve İkinci Dünya Savaşı ile bu konum yıkılmıştır. Hegemonya elektromanyetik ve kimya alanlarında sanayileşme atılımı yaşayan ABD’ye geçmiştir. 1. ve 2. Dünya Savaşı’nda tüm büyük ülkeler yıkımla karşılaşırken ABD, Avrupa’nın ihtiyaçlarını karşılamak için tarım ve sanayi üretimini artırmış ve en büyük askeri güç ve nükleer silaha sahip ülke konumuna gelmiştir. 1960’ların ortalarında başlayan ve 70’li yıllarda derinleşen krizin etkisiyle ABD’nin ekonomik ve siyasi gücünde gerileme görülmüş, Almanya ve Japonya ön plana çıkmaya başlamıştır. Çevre ülkelerdeki başkaldırılar karşısında askeri açıdan aciz ve siyasi açıdan başarısı olması ideolojik anlamda da prestij kaybına yol açmıştır. Kore, Vietnam, Somali, Afganistan ve Irak’ta askeri başarı kazanamayan ABD’nin askeri itibarı 70’lerin sonundaki İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesi ile iyice sarsıldı. ABD’nin hegemonyasının ekonomik temelini oluşturan Keynesyen birikim tarzı ve Fordist örgütlenmenin sonuna gelinmesi hegemonya krizine yol açmıştır. Ancak Şikago Okulu tarafından geliştirilen neoliberal uygulamaları toparlanma sürecini getirdi. Küreselleşme söylemi de özellikle 80’lerden itibaren gündeme yerleşti. Üstün, kürselleşmeyi arkasında son derece somut ve gerçek çıkarların, dolayısıyla nedenlerin gizlendiği hayali ve ideolojik bir kavram olarak tanımlar.. Ve emperyalist hegemonya krizinin çözümü alanında bir araç olarak kullanıldığını dile getirir.
ABD’nin hegemonya mücadelesinin halen devam ettiğini öne süren Üstün, bu mücadelede öne çıkan Çin, Rusya, Japonya ve AB/Almanya örneklerini de detaylı biçimde inceliyor. Çin ve Rusya’nın emperyalist ülke tanımına dahil edilip edilemeyeceği konusunda argümanlar geliştiriyor. Üstün’e göre bir ülkenin emperyalist olarak tanımlanıp tanımlanmayacağı sorusunun cevabı tek tek koşulların olgun halde varlığına değil, bütünü itibariyle bunların dünya ekonomisi, siyaseti, askeri yapısı, kültürel ve ideolojik biçimleri üzerinde etkileyici, yönlendirici rol oynayacak bir güce sahip olmasına ve bunun pratikte de görünür biçim kazanmasına bağlıdır.
Üstün’ün yöntemsel olarak dikkat çektiği diğer nokta isim vermeden (diyalektik) belirttiği süreç analizidir. Herhangi bir olguyu henüz tamamlanmamış haliyle değil süreç olarak da analiz etmek gerekir. Yani potansiyel olarak bu güçlere sahip ülke henüz emperyalist olarak tanımlanamazsa da sürecin yönü açık ve kuvvetli biçimde o yöndeyse ona çevre ülke diyemeyiz. Emperyalizm temelde iktisadi güç ilişkisidir. Ama aynı zamanda siyasi, ideolojik, askeri, kültürel veçheleri de söz konusudur. Dönemsel olarak bunların bir veya bir kaçında egemenlik ilişkisi kurmak, bazılarında eksikli olmak emperyalist olmamanın değil emperyalist hegemonya kurmadaki zayıflığın göstergesidir. Üstün, Çin’i kapitalist restorasyon yaşayan kapitalizme geçiş aşamasında olan bir ülke olarak değerlendirir ve hiçbir zaman Marksizmin, sosyalizmin, Mao düşüncesinin açık biçimde reddedilmediğine vurgu yapar. Çin’in son yıllarda gösterdiği atılım ve projelerine bakarak yaptığı süreçsel değerlendirmesinde de Çin’in en yakın hegemonya adayı olan emperyalist ülke konumunda olduğunu söyler. Yine aynı değerlendirmelerin ışığında enerji ve askeri alanda büyük bir güç olan Rusya’nın da hegemonik emperyalist ülke olma potansiyeline sahip emperyalist bir ülke olduğunu vurgular. Rusya-Ukrayna savaşı da hegemonik ve emperyalist ülkeler arasındaki güç mücadelesi açısından mercek altına alınır. Üstün’ün buradaki düşüncesi emperyalist iki ülkeden birinin payandası olmadan barış, demokrasi ve eşitliğin egemen olduğu bir dünya talebiyle geniş ve güçlü bir savaş karşıtı platformu oluşturmanın elzem olduğu yönündedir.
Üstün, Çin, Rusya, Almanya, Japonya ve hatta Hindistan’ı da hegemonya mücadelesinde olan ülkeler arasında sayıyor. Hatta ABD hegemonyasının zayıflamasının Türkiye de dahil orta derecede gelişmiş ülkelerin de bu dağınıklıktan güçlenerek hatta emperyalistleşerek çıkmayı heveslendirdiğinin altını çiziyor. Hegemonik sistemdeki kriz merkezkaç eğilimlere uygun siyasi ve askeri boş alanlar bırakıyor.. Bu bağlamda Türkiye’nin alt emperyalizm kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceğinin de etraflıca tartışılmayı gerektiren bir konu olarak karşımızda durduğunu söyleyebilirim.
Üstün’ün vurgusuyla küresel rekabetin geldiği bu aşama emperyalist ülkeler arasında aşırı milliyetçiliğin ve faşizmin yükselişinde en önemli nedenlerdendir. Bunun da savaş olasılığını artırdığını söyleyen Üstün, silahlanmanın artışı, genel ekonomik kriz ve hegemonya krizini savaşın belirtileri olarak değerlendiriyor. Dünya Savaşını tetikleyecek ülkeler arasında ABD, Rusya ve orta düzey ülkelerini sayan Üstün, Hitlervari kişilerin iktidarda veya iktidar adayı olmasını da tehlikeli buluyor ve bu figürleri iki dünya savaşı öncesi görülen faşist yükselişin bugünkü varyantları olarak görüyor.
Üstün, önsözde bu çalışmanın iddiasını kendi deyimiyle mensubu olduğu ezilen çimenlerin penceresinden sürece bakmak ve bu kötü kaderimizi değiştirmek için kuramsal ve politik sonuçlar çıkarmak olarak özetler. Üstün, sınıfsal ve diyalektik bakış açısıyla hegemonik krizin ve emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki ve diğer ülkelerle ilişkilerini tarihsel süreç içinde akıcı ve anlaşılır bir dille anlatarak bahsettiği iddiasını layıkıyla yerine getiriyor ve yerinde uyarılarda bulunarak süreç üzerinde düşünmeye ve eyleme davette bulunuyor.
More Stories
Bursa Osmangazi’de çocuklar hem eğlendi hem de öğrendi
Gizemli tapınak yenileniyor: Göbeklitepe ziyaretçilerini bekliyor
Bennu Yıldırımlar’da Nuri Bilge Ceylan’a etik yorumu